21 Nisan 2012 Cumartesi

east hastings



kauçuk tabanlı ayakkabılardan kurtulduktan hemen sonrası, koşmayı bırakmış, artık yürüyorsundur nefes alış verişin normale döner yavaştan ama hala terlisindir. sesleri kısılır biraz daha, bir sokak daha dönersin birkaç ev daha görürsün. bir taşa daha takılırsın bir kere daha söversin, bir yolun ucuna girersin bir ağıt boyu yol daha alırsın belki. ya da almazsın dönüp dönüp bakına bakına geçtiğin yerleri hatırlamazsın. bir anda ağzından çıkanlar bir anda boğazında tıkılır kalır. dişlerini sıktığın başını kaldırdığın ana biraz daha var, acele etme, şimdi bekle. gözlerini acıtan güneşi binanın arkasına yuvarla, ayakkabını bağla. ucunda denizi gördüğün bir sokak arıyorsun değil mi? senin evin onlardan birinde öyle mi? bunun için dönüyorsun her köşeyi. ama kahretsin, bunların hepsi aynı, bunların hepsi 3 katlı. tahta kapıları, önlerinde boyası dökülmüş sandalyeleri var. hepsi birbirine imrenir gibi bakan pencereleri. ahşap kokusunun doldurduğu her bir sokak, ahşap kokusunun doldurduğu başka bir sokağa çıkıyor, bir de susmaya yeminli antika dükkanları serpilmiş aralara. delirmiş eşyalar yığını. seninkiler de kafayı yemek üzeredir şimdi, ah bi hatırlayabilsen evini. bu muydu? hayır, bu fazla pembe, hem boyası da çok parlak, ama sandalye? evet ama onun da aklı yerinde. biraz hızlan istersen he, ne dersin? eğer görürsen sokağın sonunda o maviliği, pastel tondaki defterlerini okşarsın rüzgarın yüzünü okşadığı gibi. şakaklarına masaj yaparsın belki, belki de, belki de bulamazsın. birbirinin içine kısılmış sokaklardan birinde alalade bir evde yaşlanmak, hem de bu akdeniz ülkesinde. tamamlayamadığın bitmek bilmeyen bir ömür. hadi ama ahbap, itiraf et korktun değil mi? okumayı yarım bıraktığın bir öykünün devamını yaşıyorsun belki de. hem ne demişti hatırlasana:

''her şey üst üste olsun, sonunda ölüm gelse bile''*

- tutku muydu senin şu geçen sorduğun şey, sordum ben onu da kalmamış hiç ellerinde, gelirse haber veririm sana, şey, hala istiyorsun değil mi?

- yani, evet. o zaman ben uğrarım yine.

hızlı adımlarla çık şimdi dükkandan, bir daha görmeyeceksin nasılsa. kapıyı biraz sert vurdun ama şimdi düşünme bunu. o zaten delirmiş.

* oğuz atay

12 Nisan 2012 Perşembe

ikarus günlükleri: 500T


''bir gece daha kal''dan örülü ısrar duvarını aşıp küçükyalı'dan anayola yürürken başıma geleceklerden habersiz ıslık çalıyordum. üstüne üstlük durağa gelmemin henüz ilk beş dakikası dolmadan üzerinde cevizlibağ yazan bir otobüsün bana yaklaşması bir gece daha kalmayarak ne kadar isabetli bir iş yaptığımı hatırlatmış, yüzüme mağrur bir gülümseme yerleştirmişti. görevli nezdinde tüm istanbul halkına öğrenci olduğumu paso göstererek kanıtladıktan sonra otobüste en arka cam kenarında boş bir koltuk gördüm. ıslığıma kaldığım yerden devam ederek koltuğa doğru ilerledim. otobüse ve dışarıya hakim bir koltuktu, kulaklıklarımı taktım ve izlemeye başladım.

otobüs ferahtı fakat insanların yüzünde her zamankinden farklı bir isteksizlik, başka bir huzursuzluk vardı. samanyolu galaksisinin en gereksiz yapısı olan optimum'un yarattığı trafikte bile böylesine huzursuz olamayan ben, duruma anlam veremedim. her ne kadar kardeşler nakliyat, bursa birlik, özgaziantep inşaat turizm taşımacılık gıda san.tic.ltd.şti yazılarını gördüğümde durumdan biraz işkillensem de, ucunun fsm'ye çıktığını bildiğim, gideceğim doğrultuyu uzayda dik olarak kesen yolda, tırlar kamyonlar römorklarla aynı trafiğe son 1 saattir takıldığımın farkına varışım mp3 playerımın ekranında low battery yazısının yanıp sönmesine denk gelir.

kahroldum sevgili okur, yenildik.




sonrası mı? sonrası aborjinlerin: ''eve gitmeye çalışırken okmeydanı'na gitmek'' dedikleri.

okmeydanı'nın kaotik mimariyi yaşatan yapılarını herkes bilir, bilir de apartman der geçer. ''biz ok'tayız ok bizde'' pırıltısında reklamların olduğu, yön duygusunu hiç ederek aynı reklamı 11 kez görmenizi amaçlayan plancılık harikası o semtten bahsediyorum. o gece, durak ararken günün ışımasından korkan gencin gözyaşlarıyla yıkandı işte o semtin sokakları. oysa farkına varabilse bir gün öncesinde olanlar adeta bir ikaz gibiydi. daha bir gün öncesinde, arkadaşım duraktan biraz açığa yaklaşan otobüse önümden fırlayarak yaklaşmış, ben gitmeye çalıştığımda durakla otobüs arasına giren minibüsün arkasından dolaşmaya karar vermiştim. otobüsü, daha doğrusu otobüsün kapısına sıkışmış arkadaşımın çantasını 20 km hızla giderken gördüğümde yolun ortasında koala gibi kalakalmıştım. önümden ve arkamdan minibüsler geçiyordu. şimdi okmeydanı'nda olmamı sorgulamam saçmaydı işte. her neyse. o gece sabahın ilk ışıklarıyla eve girdim. o gece, hayatımda ilk kez 500t ye binmiştim. işin garibi bunu olay esnasında değil ertesi gün uyandığımda fark ettim. bunun bilinçli bir tercih olmasını isterdim. yani ne bileyim bir gün olacaksa ben istediğim için olmalıydı.

olmadı.

6 Nisan 2012 Cuma

giraffes on the street

istanbul'da kiralık ev arayan öğrenci olmak

belli nitelikleri bir arada barındırmayı gerektiyor. öncelikle çelik gibi sinir tellerine sahip olmanız ve tesadüfen oluşmuş bir şehirde olduğunuzu aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor. iş dünyasının kapak attığı semtlerlen biri. tanıtımlarında mahalleyle iç içe olması ve yerlilerin yaşamına ayak uydurmasıyla öne çıkarılan merkezler yükseliyor. metro gelmiş ve haliyle mahalle de öğrencilerin ilgisini çekmeye başlamış. camlara bakına bakına evrim umudu taşıyan zürafa ataları gibi geziniyoruz. bir yokuş aşağı bir yokuş yukarı derken arada tek tük ilana rastlayıp içimize sinse de sinmese de fikir almak için hepsini arıyoruz. binaya btbyle ''mülk allahındır'' yazdırarak özel mülkiyete başkaldıran ev sahibi ''bekara ev yok'' deyip kapatıyor ve gül kokulu hayatına devam ediyor, ahlak elden gitmiyor. her sokağın başıyla sonu arasında ruh halimiz şekilden şekle giriyor, emlakçı yolu görünüyor.

şu ana kadar emlakçılığa dair aklımızda iyi şeyler kalmamış ama önemsemiyoruz. mahallenin jeopolitik konumu sebebiyle, girdiğimiz ilk dükkanda ağzımızdan çıkan ''merhaba'' zamanla değişe değişe ''selamınaleyküm'' oluyor. yapılmamış evi kakalamaya çalışanından, bilgisayar teknolojisinden bihaberine çeşit çeşit emlakçı geziyoruz. ''sen bana güvenmiyor musun?'' kanalından girenine kadar. hayır sana niye güveneyim yarrak demiyorum. ''o ev hiç kötü olur mu ben orayı 10 kişiye kiraladım.'' diyen var sfjklh. buraların çok değerlendiğinden falan bahseden abimizden ''biliyon işte yiğenim şike mike karışık piyasalar bu ara'' lafını duyduktan sonra karışmış akılla tekrar yardırmaya başlıyoruz.

ama olacak gibi değil. yiğenim? şike? 10 kişi? kafamızda yankılanırken ilan gördüğümüz bir kilim desenli apartmanın önünde duruyoruz. bu kez sanırım ''mülk allahındır'' arapça yazılmış. ''içeride çok masraf var, daha latin harflerine geçilecek'' diye söylenip metroya doğru yürüyoruz. ev sahibi, daha önemlisi bireysel ahlak sahibi olamayışımızla, arapça bilmeyişimizle ve teknoloji bağımlısı birer iblis oluşumuzla kahroluyoruz.


ev bulmak yolunda, ms.2011 / İstanbul  

mecidiyeköy

Yapilabilecek Bir Sey Yoktu by Kafabindünya on Grooveshark




4 Nisan 2012 Çarşamba

when everything dies



her şey öldüğünde bebeğim, her sabah doğal seçilime maruz kalan bizler yüzümüze vuran sabah esintisinden başka bir şey duymuyorduk. her şey öldüğünde, biz gerizekalı bir aletin başında sadece sütlü çayımızı bekliyorduk. mantıklı cevaplarımız elimizdeyken yani, sorularımız kayboluyordu. her şey sona erdiğinde bebeğim, sen ağlamaya çalışıyordun ben de sana acımaya ama ikimiz de becerilerimizden yoksunduk ve kahkaha atmaya devam ediyorduk. sen bana hak verdiğinde bebeğim, gerizekalı alet sütün ne demek olduğunu yeni anlamıştı. bizler canlılığın ilk belirtilerini mizah dergilerine bastırmış taşşak geçiyorduk. herşey bittiğinde bebeğim, bizler güç denetimi kursunda en arka sıraya anlamsız karalamalar yaparkenki halimizi görüyorduk. her şey öldüğünde bebeğim, herkesin korku dolu çığlıkları arasında yine canımmız sıkılıyordu. sen plastik bardağını doldurduğunda biz gri sıvıya biraz kahve damlatıyor ve kendimizden geçiyorduk. biraz kendimize gelmek istediğimizde saydam sıvıları yeğliyorduk. sen bluzunun rengine karar verirken bebeğim, ben sonsuz ihtimalsizlik motorunda küçük bi oyuna dalıyordum. sen kur yaparken, ben banknotlardan roket yapmakla meşguldüm. sen kurallı cümlelerini peşi sıra fırlatırken bebeğim, ben labutlarımı parlatıyordum. ben çay makinesini tekmelerken bebeğim sen ne yapıyordun düşünmüyordum.

yazmak

kendisini tanımam etmem. bir gün bana doğru geldi. ben tam kibrite hamle yapacakken sigara istedi, yaktırmadan da gitti. o günden beri de ne gördüm ne duydum. beni bildiğinden olsa gerek, eğer bir izdüşümüm olacaksa yazamamak üzerine olacak. yazabilmek üzerine olursa ihale bana kalmayacak zaten. taa başında tüm yazdıklarıma aynı değerde iki kelimeyi bırakabilseydim, mesela hayat başlığına denk gelecek bir ''siktim öldü'' olabilirdi bu, sonra da format dahilinde koşarak uzaklaşsaydım her şey bu kadar bulanmazdı. yazı sevmemek üzerine bu kadar laf etmezdim. gerçi çok da etmedim, onun yerine yazı sevmeyişime haklı sebepler buldum. ''ülkemizde güneş olmasaydı, toz olmazdı.'' yı okuduğumda andaval gibi baktım. öküz gibi baktım onun yerine. ve kafamda intikam senaryoları kurdum, doğaçlamanın bokunu çıkardım: ''eğer bir gün konuşmak, tek bir kelime bile dışarıda kalmadan kayıt altına alınabilirse, göte gelecek yazmak. dilleri titreyen ebleklere dönecek tüm yaşayan yazarlar. 'göte geldim dönücem' kayda geçmiş son yazı olacak. mevzunun nerede başladığından çok nerede bittiği konuşulacak. öyle ya, yazmak olmasa ne çok insan konuşur.'' dedim. gördüğün gibi pek büyük günahlar işledim.

where i end and you begin

2 Nisan 2012 Pazartesi

gecenin bir vakti balkonda sigara içen adamlar

karşıdaki bir kat alt balkona atlama hesapları yapanları vardır. kafalarındaki iki renkli fayans zeminde slalom yaptıkları görülmüştür. onlar, en çok beton üstü demir korkuluklu olanları severler. kapalı olanlara bi anlam verememişlerdir hiçbir zaman. çocukluğunda üst kata başını uzatıp yokuşaşağıhıpızlıinmekboşluğuyla hemen çekilenleri olmuştur. aslında biz bilmiyoruz. biz sadece sikimizi taşağımızı yayıp uyumadığımız zamanlarda onlara dair tahminler yürütüyoruz.

beklemek kült bir filmken beleşe başrol oynayan onca adam, camlara yansıyan mavi televizyon ışıltılarından bir hayli uzakta hiç tutulmamış gibiler. kendilerini, iki kat alta değin uzanan ağacın dallarının arasına bırakıp yaylanırlar bazen. yüzlerinde ıslak yaprağın serinletici etkisi, bir de sabah esintisinden başka hiç bir şey olmaz bu anlarda. sabahlamanın zor olduğu zamanlara atıftır her can sıkıntıları, gözlerinde o gecelerin özlemi vardır. bir zamanlar erkek çocuk hallerinin bir türlü başaramadıkları, bir köşede sızdıkları ve ertesi günü birşeylerkaçırdımmıbenyine pişmanlığıyla geçirdikleri günlerden bahsediyorum. işte kırmızı kremitlere atlama ihtimalleri kadarlar şimdi, o günlerin hatırına.

odada yürüyebilir hale gelmelerine daha var gibi. şatafatlı kahramanları dumanla boğdukları gecelerden sadece biridir bu. 20 sene sonranın aynı balkonu, aynı gecesi. uykusuzluk, bir hayata nasıl ilhama mal olur, o kitabın arkasında neden ''uykusuzluğa'' yazar şimdi anlaşılır. kelimeler birbirine girer, bazı anlamlara gelmemeye başlar. tüm bu hengame yetmezmiş gibi yeni yeni balkonlar peydah olur gökyüzüne doğru uzanan. gökyüzü görünmez olur balkondan, sürekli tekrarlanan balkondan anlam kaybolur. sabah mı oldu gece mi hala farkına varılmaz. şehir ayaklarının altında bir tanedir yine de. bu, salonda eşyanın üstüne çıkıp odanın görünüşüne şaşırmak gibidir onlar için, dudakları titreye titreye ayaklarının boşalması gibi. bu onları bir süre idare eder, dillerindeki acılığı unutmuş gibiler en azından.