21 Temmuz 2012 Cumartesi

i will

bir iş yapacaksam, kendimi hazırlamam gerekiyor. beklemeyi çok sevdiğimden en çok ona maruz bırakıyorum kendimi. olacağını bildiğim her hadisede zihnimin tüm hücrelerinde bir akşam ziyafeti hazırlanıyor. kasa kasa biralar alınıp, kasa kasa etler geliyor. her biri birer son yemek.

her zaman böyle olmaz. buna bir zafer dersek, öyle olmayanlardan da hakkıyla bahsetmek gerekir:

her biri birer son yemekmiş, kahvaltı yapmayı unutuyormuş, on gündür evden çıkmıyormuş çünkü o öyle bir çocukmuş. notlarında şunlar varmış:

''korkumu kollamam gerekiyor, ben balıkçınız mıyım, ben balıkçınız mıyım? ''

''yatağa ellerini koyunca böyle olur deselerdi, anlatsalardı tüm bunları  ''

i will:

anahtarı deliğine soktum, ellerimin titremesi biraz gecikme şansı verdi bana, ilk denememde olmadı, hatırladım, biraz akılcı görünmese de kendime doğru çektim ve tekrar çevirdim. kapı kendini bıraktı. günün sonu.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

a serious man

sıkılmak konusunda ya da insanlara katlanma konusundaki azmime hayranım, ferah durduğum zaman hata veriyorum, zamandan bağımsız bir boşlukta bir şey yapmamayı bir şey yapmamaya bağlayarak pazartesiye atıyorum kendimi. okul başlayalı 1 ayın üzerinde zaman geçti, bir hayli farklılık var semptonlarım aktif hale geldi bazıları körelmek üzere beklemede, üzerinde hakimiyet kuramadığım tek şey sıkılmak. bir evrede benden uzaklaştığını kurgulayamıyorum bile. bir insanın hayatımda olmasının sebebi hayatımda olması, hayatımdan çıkmamasınınn tek sebebi hayatımdan çıkmıyor olması, benim dışımda gelişen bir süreç yani.

demişim.




şimdi gecenin bir köründe aklıma  "insanoğlu insanoğlunun cehennemidir. bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz." geldi. amını siktiğimin evlatları eksik olmuyor, bir günümde olmasa diğerinde mutlaka bulunuyorlar. bir evreyi bile atlamıyorlar hayatımda. ''çok bişey kaçırdım mı'' diyip oturuyorlar kanepeye. ''yeni başladı'' diyorum. çok ciddiler, çok büyük fikirleri var, sikko genellemeleri, sikko espri anlayışları var. sike sürülmeyecek psikolojik sıkıntılarını, derin buhranlarını isimlerini koya koya yaşıyorlar. hepsini adım adım tanıyıp ahmaklıklarına kılıf buluyorlar. bir insanın kendisiyle dalga geçebilmesinden daha güzel bir şey varsa o da kendi ahmaklığını dışarıya taşırmamasıdır. bu cümleyi daha teorik bir hale getirirsem altı çizilip bir içki masasında alıntılanabilir, bu şeref bana yetebilir.

a serious man'i kronolojik olarak yaşasaydım bu kadar üzerinde durmazdım. ben geri sarıyorum, anlamadığım yerleri tekrar tekrar yaşıyorum. çok hoşuma gitmişse sahne, bir daha tanık olmaktan alıkoymuyorum kendimi. hep aynı walkmani kaptırıyorum, aynı esprilere gülüp aynı küfürleri ediyorum. ''karakterin havada kalmış, okuyucu duygusal çalkantının sebebini tam olarak algılayamıyor,  evet gayet başarılı ama daha iyi hissettirmelisin. bir de biraz daha fazla imge kullanmalısın. göndermelerini anlamadım sanma haylaz seni.''ciliğe ''yine geldi pezevengin evladı'' refleksimle cevap veriyorum.  Tanpınar olsa, gerekirse insan vücudunun cıvıklığınından bahseder, yine efendiliğinden ödün vermezdi.


2 Temmuz 2012 Pazartesi

bıçakları çıkar

hayata karışmak konusunda daha çok düşündüğüm, aksine daha çok suyu bulandırdığım bir evredeyim. yetişmek mi lazım diyip duruyorum. dağılıyorum, çözülüyorum, suya nüfuz ediyorum farkında değilim. 3 4 sene önceden hayali bir imaj aklımda dönüp duruyor ve günlük hayatımı altüst ediyor. tutulup kalmaların, şalter indirmelerimin, kafamı koltuk altına almalarımın, scatterbrain'in sponsoru oluyor. apartman boşluğundan telefonda konuşan birinin sesinin gelmesi, odada televizyonun açık kalması, anlık konuşmalar buradasın diyor, hala. burada durmuyorum daha fazla. istemsizcesine hızlı adımlarım yüzünden kapıdan sokağın sonuna gelmişim. engelleyebildiğim bir hız değil. içimde bir sıkıntı yürüyor, yalpalıyor, duruyor, karşından karşıya geçiyor. hayali bi imaj dediğimde senin kafanda uyanan şeyi kesiyorum sol arka çaprazdan, önüne geçmemek için adımlarımı yavaşlatıyorum. ne kadar yavaşlatsam da engelleyemediğim hız beni koridora bırakmış. metroya yürüyorum. çizgilere basmadan yürüyen insanlar bir romantik şarkıcı zevzekliği tamam ama yine de gözleri yerde o küçük kızı görüyorum, yavaşlıyorum, senin kafanda uyanan şey turnikelere varmış çoktan, buradan bakınca gittikçe küçülüyor. ben hala kızdayım bu ''ters L'' tüm gerçeklik algımla oynuyor, beylik laflarımı elime vermeden önce ağzımdan ''yanlış olabilirim'' çıkıyor. merdivene düşüyorum. solda yürüyen, takılan, geciktiren, geciken ve söylenenler oluyor. yürüyen merdiven neyse ki amaç değil, araç. kayan bant yukarı dönmek üzere metal plakaya girerken kendimi granite atıyorum. sağa döndüğümde HBİDSKUŞ( Hayali Bir İmaj Dediğimde Senin Kafanda Uyanan Şey yani.) 'u kafasını raylara eğmiş boşluğa bakarken görüyorum. boş yere soluk soluğa kaldığını düşünüp acımasızca mutlu hissediyorum. gözgöze gelmemeye çalışıp diğer yönde kalabalığa karışıp, bulandırıyorum. içeri girdiğmde florasana mı serinliğe mi sevindiğimden emin değilim. karşımda aralarında bir boş koltuk bırakmış sohbet eder halde iki insan görüyorum, benimle aralarına da bir koridor bırakmışlar. ''hayır aranıza biri oturabilir, hiç mi korkmuyorsunuz?'' neyse. knives out için geç bile. en kısa yoldan ulaşıp bıçakları çıkarıyorum. yanımda oturan çocuk bana hissettirmeden ne dinlediğime bakıyor. duyduğum sesi saklamıyorum, kafamı ulaşabileceği biyere koyuyorum. onlarla ne yapacağını bilemese de bıçakları çıkarıyor. HBİDSKUŞ'un üzerine mi salsam yoksa tındgırdayarak bir ileri bir geri giden kararsızlığımıma mı yansam bilemiyorum.                                                                                                                                                            

21 Haziran 2012 Perşembe

diyalog

iki sene öncesinden yazdığım bir yazıya rastladım. şimdi olsa böyle mi yazarım yoksa çayımı karıştırmaya devam mı ederim emin değilim:

''o kitapların hepsini götünle mi okudun?'' bunu diyesim geliyor inan. ya da film oluyor bazen, değişmiyor.

- donnie darko'yu izledim geçen, harikaydı.
+ neyi sevdin en çok?
- ilk izleyişimde anlamadım, ikincide düştü jeton
+ ee tamam işte ne hissettirdi sana?
- .....

konuyu fularının rengine, sonra da onun çok hoş olduğuna getirmesem, burası da yengeç, baya ünlüdür demesem ya da ''yeni albüm de fena'' çıkışı yapmasam south park sessizliği sonsuza kadar sürebilir. kimse de sona erdiremez. ama sana yemin edebilirim, en olmadısından statusunda bir repliği vardır şu an. sadece tüketmeye odaklı, zihinlerin patlamasından, iç sıkıntılarından, ömre törpü pazar günlerinden bir sik anlamadığın gibi, bunları paketler halinde alıyordun değil mi? bugün yetecek kadar, 3 kere, tok karna.

''kaybedenler kulübü'ne ilk gün gittim, tekrar tekrar izliyorum hala aynı zevki alıyorum.''

zevk? şu east hastings'in 6.47 sindeki şeyden mi bahsediyorsun?

''bak orda şey diyo, zincirlerimden başka kaybedecek bişeyim yok. harika söz di mi?, kadınlar seni sen yapan özelliklerine aşık olurlar, sonra da o özelliklerinden vazgeçmeni isterler.''

bunu söyledikten sonra yüzüne yaşamın sırrını vermiş ve uzaklara dalarak anın tadını çıkaran bilge yavşaklığında bir sırıtış oturuyor, aynı sırıtış bana da yerleşiyor ve sessizliğin tadını çıkarıyorum tam o an. ağzından daha anlamlı olduğuna inandığı bir söz çıkana kadar güvendeyim. zaman biraz daha yayılıyor ve uzanıyor yukarı doğru. apokaliptik dönem sona eriyor yerini boşalmış ideolojilere, yozlaşmış inançlara, kimlik bunalımlarına, soğuk savaşlara, verilen notalara, nükleer sızıntılara, havada parçalanan uçaklara, devrilen kağıt evlere bırakıyor bu süre içinde, ama ne var ki siktiğimin dünyasında inatla uçan kaykay icat edilemiyor tüm bunlar olurken. o repliklerine replik ekliyor benim dudaklarımda ilkokullar patlarken. ''sahip oldukların sonunda sana sahip oluyorlar'' deyiveriyor geleceğin yuppie adayı. çakma aşk hikayelerinden kesitler sunuyor sonra, steril savaşları başlatıyor, bitiriyor. ben peçete üstüne methiyeler düzmeyi özlüyorum. ''şimdi bi adam var..'' diye başlıyor hikayesine. kulaklarım patlıyor, kanlar fışkırıyor şakaklarımdan, düşüyorum, kafein ırmakları boyunca yüzüyorum, günler geceler boyu, peşimi bırakmıyor. sesi, suyun üstüne baloncuk olup ulaştırıyor hikayesinin en vurucu yerlerini. arpeggi şaşkın. tüm bu olan bitene anlam veremiyor, yanlış olabileceğine dair yeminler ediyor.

fularlı marla singer, ''eskiden çok tatlı ve iyi bir kızdı, ama o kız bir canavar, iğrenç bir canavar.'' diye sonlandırıyor otobiyografisini, bağlanmaktan, bağlanamamaktan falan bahsediyor.

19 Haziran 2012 Salı

vantilatörün gölgesinde





sıcaktan bunalan hayvanların imdadına yetişen itfaiye ekibi gibi her yaz aynı gün ve aynı saatte karşıma dikiliyor ibne. ben mi ona üflüyorum o mu bana belli değil, hala neyin inadını yapıyo, bu neyin kavgası bilmiyorum. metrobüs klimasıyla birlikte şu hayatta kin güttüğüm ikinci makina haline geldi. aynı atadan gelip yüzyıllar sonra aynı yaşama hevesini sikmeleri ilham verici. bir diğeri yürüyebilen çamaşır makinasıydı, şu kadarını söyleyeyim prensipte iyiyiz şu an. o başka bir yazının konusuydu zaten.

makinelerin dünyayı yönetmesi ideasına inanasım varsa da inanamıyorum iğrenç yaratık yüzünden, ayaklarına baktığım an fantastik edebiyata inancımı yitiriyorum. sonra kırdığım soydaşları geliyor aklıma, plastik kolay da doğaya karışmıyor. 32. yüzyılda bulsalar falan ara form diye sergilerler ya da ''bu ne lan'' diyip geri gömerler yemin ediyorum. uygarlığa dair kalıntı bile değil. bulanın başına bela.

biz toprağa karışacağız bu ibne baki kalacak. adalete bak.



gregor


- sevdiğimiz bi abimizdi. kimseye zararı yoktu kendi halinde yaşayıp giderdi.

- ...

- vallahi biz de anlamadık. en son bana geldi bi sigara aldı, naber gregor dedim, sırtımda bi sertleşme var böyle hafif eğilince ağrı yapıyo bıçak gibi sızlatıyo namussuz dedi ve gitti, sonra ne gördüm ne de duydum.



21 Nisan 2012 Cumartesi

east hastings



kauçuk tabanlı ayakkabılardan kurtulduktan hemen sonrası, koşmayı bırakmış, artık yürüyorsundur nefes alış verişin normale döner yavaştan ama hala terlisindir. sesleri kısılır biraz daha, bir sokak daha dönersin birkaç ev daha görürsün. bir taşa daha takılırsın bir kere daha söversin, bir yolun ucuna girersin bir ağıt boyu yol daha alırsın belki. ya da almazsın dönüp dönüp bakına bakına geçtiğin yerleri hatırlamazsın. bir anda ağzından çıkanlar bir anda boğazında tıkılır kalır. dişlerini sıktığın başını kaldırdığın ana biraz daha var, acele etme, şimdi bekle. gözlerini acıtan güneşi binanın arkasına yuvarla, ayakkabını bağla. ucunda denizi gördüğün bir sokak arıyorsun değil mi? senin evin onlardan birinde öyle mi? bunun için dönüyorsun her köşeyi. ama kahretsin, bunların hepsi aynı, bunların hepsi 3 katlı. tahta kapıları, önlerinde boyası dökülmüş sandalyeleri var. hepsi birbirine imrenir gibi bakan pencereleri. ahşap kokusunun doldurduğu her bir sokak, ahşap kokusunun doldurduğu başka bir sokağa çıkıyor, bir de susmaya yeminli antika dükkanları serpilmiş aralara. delirmiş eşyalar yığını. seninkiler de kafayı yemek üzeredir şimdi, ah bi hatırlayabilsen evini. bu muydu? hayır, bu fazla pembe, hem boyası da çok parlak, ama sandalye? evet ama onun da aklı yerinde. biraz hızlan istersen he, ne dersin? eğer görürsen sokağın sonunda o maviliği, pastel tondaki defterlerini okşarsın rüzgarın yüzünü okşadığı gibi. şakaklarına masaj yaparsın belki, belki de, belki de bulamazsın. birbirinin içine kısılmış sokaklardan birinde alalade bir evde yaşlanmak, hem de bu akdeniz ülkesinde. tamamlayamadığın bitmek bilmeyen bir ömür. hadi ama ahbap, itiraf et korktun değil mi? okumayı yarım bıraktığın bir öykünün devamını yaşıyorsun belki de. hem ne demişti hatırlasana:

''her şey üst üste olsun, sonunda ölüm gelse bile''*

- tutku muydu senin şu geçen sorduğun şey, sordum ben onu da kalmamış hiç ellerinde, gelirse haber veririm sana, şey, hala istiyorsun değil mi?

- yani, evet. o zaman ben uğrarım yine.

hızlı adımlarla çık şimdi dükkandan, bir daha görmeyeceksin nasılsa. kapıyı biraz sert vurdun ama şimdi düşünme bunu. o zaten delirmiş.

* oğuz atay

12 Nisan 2012 Perşembe

ikarus günlükleri: 500T


''bir gece daha kal''dan örülü ısrar duvarını aşıp küçükyalı'dan anayola yürürken başıma geleceklerden habersiz ıslık çalıyordum. üstüne üstlük durağa gelmemin henüz ilk beş dakikası dolmadan üzerinde cevizlibağ yazan bir otobüsün bana yaklaşması bir gece daha kalmayarak ne kadar isabetli bir iş yaptığımı hatırlatmış, yüzüme mağrur bir gülümseme yerleştirmişti. görevli nezdinde tüm istanbul halkına öğrenci olduğumu paso göstererek kanıtladıktan sonra otobüste en arka cam kenarında boş bir koltuk gördüm. ıslığıma kaldığım yerden devam ederek koltuğa doğru ilerledim. otobüse ve dışarıya hakim bir koltuktu, kulaklıklarımı taktım ve izlemeye başladım.

otobüs ferahtı fakat insanların yüzünde her zamankinden farklı bir isteksizlik, başka bir huzursuzluk vardı. samanyolu galaksisinin en gereksiz yapısı olan optimum'un yarattığı trafikte bile böylesine huzursuz olamayan ben, duruma anlam veremedim. her ne kadar kardeşler nakliyat, bursa birlik, özgaziantep inşaat turizm taşımacılık gıda san.tic.ltd.şti yazılarını gördüğümde durumdan biraz işkillensem de, ucunun fsm'ye çıktığını bildiğim, gideceğim doğrultuyu uzayda dik olarak kesen yolda, tırlar kamyonlar römorklarla aynı trafiğe son 1 saattir takıldığımın farkına varışım mp3 playerımın ekranında low battery yazısının yanıp sönmesine denk gelir.

kahroldum sevgili okur, yenildik.




sonrası mı? sonrası aborjinlerin: ''eve gitmeye çalışırken okmeydanı'na gitmek'' dedikleri.

okmeydanı'nın kaotik mimariyi yaşatan yapılarını herkes bilir, bilir de apartman der geçer. ''biz ok'tayız ok bizde'' pırıltısında reklamların olduğu, yön duygusunu hiç ederek aynı reklamı 11 kez görmenizi amaçlayan plancılık harikası o semtten bahsediyorum. o gece, durak ararken günün ışımasından korkan gencin gözyaşlarıyla yıkandı işte o semtin sokakları. oysa farkına varabilse bir gün öncesinde olanlar adeta bir ikaz gibiydi. daha bir gün öncesinde, arkadaşım duraktan biraz açığa yaklaşan otobüse önümden fırlayarak yaklaşmış, ben gitmeye çalıştığımda durakla otobüs arasına giren minibüsün arkasından dolaşmaya karar vermiştim. otobüsü, daha doğrusu otobüsün kapısına sıkışmış arkadaşımın çantasını 20 km hızla giderken gördüğümde yolun ortasında koala gibi kalakalmıştım. önümden ve arkamdan minibüsler geçiyordu. şimdi okmeydanı'nda olmamı sorgulamam saçmaydı işte. her neyse. o gece sabahın ilk ışıklarıyla eve girdim. o gece, hayatımda ilk kez 500t ye binmiştim. işin garibi bunu olay esnasında değil ertesi gün uyandığımda fark ettim. bunun bilinçli bir tercih olmasını isterdim. yani ne bileyim bir gün olacaksa ben istediğim için olmalıydı.

olmadı.

6 Nisan 2012 Cuma

giraffes on the street

istanbul'da kiralık ev arayan öğrenci olmak

belli nitelikleri bir arada barındırmayı gerektiyor. öncelikle çelik gibi sinir tellerine sahip olmanız ve tesadüfen oluşmuş bir şehirde olduğunuzu aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor. iş dünyasının kapak attığı semtlerlen biri. tanıtımlarında mahalleyle iç içe olması ve yerlilerin yaşamına ayak uydurmasıyla öne çıkarılan merkezler yükseliyor. metro gelmiş ve haliyle mahalle de öğrencilerin ilgisini çekmeye başlamış. camlara bakına bakına evrim umudu taşıyan zürafa ataları gibi geziniyoruz. bir yokuş aşağı bir yokuş yukarı derken arada tek tük ilana rastlayıp içimize sinse de sinmese de fikir almak için hepsini arıyoruz. binaya btbyle ''mülk allahındır'' yazdırarak özel mülkiyete başkaldıran ev sahibi ''bekara ev yok'' deyip kapatıyor ve gül kokulu hayatına devam ediyor, ahlak elden gitmiyor. her sokağın başıyla sonu arasında ruh halimiz şekilden şekle giriyor, emlakçı yolu görünüyor.

şu ana kadar emlakçılığa dair aklımızda iyi şeyler kalmamış ama önemsemiyoruz. mahallenin jeopolitik konumu sebebiyle, girdiğimiz ilk dükkanda ağzımızdan çıkan ''merhaba'' zamanla değişe değişe ''selamınaleyküm'' oluyor. yapılmamış evi kakalamaya çalışanından, bilgisayar teknolojisinden bihaberine çeşit çeşit emlakçı geziyoruz. ''sen bana güvenmiyor musun?'' kanalından girenine kadar. hayır sana niye güveneyim yarrak demiyorum. ''o ev hiç kötü olur mu ben orayı 10 kişiye kiraladım.'' diyen var sfjklh. buraların çok değerlendiğinden falan bahseden abimizden ''biliyon işte yiğenim şike mike karışık piyasalar bu ara'' lafını duyduktan sonra karışmış akılla tekrar yardırmaya başlıyoruz.

ama olacak gibi değil. yiğenim? şike? 10 kişi? kafamızda yankılanırken ilan gördüğümüz bir kilim desenli apartmanın önünde duruyoruz. bu kez sanırım ''mülk allahındır'' arapça yazılmış. ''içeride çok masraf var, daha latin harflerine geçilecek'' diye söylenip metroya doğru yürüyoruz. ev sahibi, daha önemlisi bireysel ahlak sahibi olamayışımızla, arapça bilmeyişimizle ve teknoloji bağımlısı birer iblis oluşumuzla kahroluyoruz.


ev bulmak yolunda, ms.2011 / İstanbul  

mecidiyeköy

Yapilabilecek Bir Sey Yoktu by Kafabindünya on Grooveshark




4 Nisan 2012 Çarşamba

when everything dies



her şey öldüğünde bebeğim, her sabah doğal seçilime maruz kalan bizler yüzümüze vuran sabah esintisinden başka bir şey duymuyorduk. her şey öldüğünde, biz gerizekalı bir aletin başında sadece sütlü çayımızı bekliyorduk. mantıklı cevaplarımız elimizdeyken yani, sorularımız kayboluyordu. her şey sona erdiğinde bebeğim, sen ağlamaya çalışıyordun ben de sana acımaya ama ikimiz de becerilerimizden yoksunduk ve kahkaha atmaya devam ediyorduk. sen bana hak verdiğinde bebeğim, gerizekalı alet sütün ne demek olduğunu yeni anlamıştı. bizler canlılığın ilk belirtilerini mizah dergilerine bastırmış taşşak geçiyorduk. herşey bittiğinde bebeğim, bizler güç denetimi kursunda en arka sıraya anlamsız karalamalar yaparkenki halimizi görüyorduk. her şey öldüğünde bebeğim, herkesin korku dolu çığlıkları arasında yine canımmız sıkılıyordu. sen plastik bardağını doldurduğunda biz gri sıvıya biraz kahve damlatıyor ve kendimizden geçiyorduk. biraz kendimize gelmek istediğimizde saydam sıvıları yeğliyorduk. sen bluzunun rengine karar verirken bebeğim, ben sonsuz ihtimalsizlik motorunda küçük bi oyuna dalıyordum. sen kur yaparken, ben banknotlardan roket yapmakla meşguldüm. sen kurallı cümlelerini peşi sıra fırlatırken bebeğim, ben labutlarımı parlatıyordum. ben çay makinesini tekmelerken bebeğim sen ne yapıyordun düşünmüyordum.

yazmak

kendisini tanımam etmem. bir gün bana doğru geldi. ben tam kibrite hamle yapacakken sigara istedi, yaktırmadan da gitti. o günden beri de ne gördüm ne duydum. beni bildiğinden olsa gerek, eğer bir izdüşümüm olacaksa yazamamak üzerine olacak. yazabilmek üzerine olursa ihale bana kalmayacak zaten. taa başında tüm yazdıklarıma aynı değerde iki kelimeyi bırakabilseydim, mesela hayat başlığına denk gelecek bir ''siktim öldü'' olabilirdi bu, sonra da format dahilinde koşarak uzaklaşsaydım her şey bu kadar bulanmazdı. yazı sevmemek üzerine bu kadar laf etmezdim. gerçi çok da etmedim, onun yerine yazı sevmeyişime haklı sebepler buldum. ''ülkemizde güneş olmasaydı, toz olmazdı.'' yı okuduğumda andaval gibi baktım. öküz gibi baktım onun yerine. ve kafamda intikam senaryoları kurdum, doğaçlamanın bokunu çıkardım: ''eğer bir gün konuşmak, tek bir kelime bile dışarıda kalmadan kayıt altına alınabilirse, göte gelecek yazmak. dilleri titreyen ebleklere dönecek tüm yaşayan yazarlar. 'göte geldim dönücem' kayda geçmiş son yazı olacak. mevzunun nerede başladığından çok nerede bittiği konuşulacak. öyle ya, yazmak olmasa ne çok insan konuşur.'' dedim. gördüğün gibi pek büyük günahlar işledim.

where i end and you begin

2 Nisan 2012 Pazartesi

gecenin bir vakti balkonda sigara içen adamlar

karşıdaki bir kat alt balkona atlama hesapları yapanları vardır. kafalarındaki iki renkli fayans zeminde slalom yaptıkları görülmüştür. onlar, en çok beton üstü demir korkuluklu olanları severler. kapalı olanlara bi anlam verememişlerdir hiçbir zaman. çocukluğunda üst kata başını uzatıp yokuşaşağıhıpızlıinmekboşluğuyla hemen çekilenleri olmuştur. aslında biz bilmiyoruz. biz sadece sikimizi taşağımızı yayıp uyumadığımız zamanlarda onlara dair tahminler yürütüyoruz.

beklemek kült bir filmken beleşe başrol oynayan onca adam, camlara yansıyan mavi televizyon ışıltılarından bir hayli uzakta hiç tutulmamış gibiler. kendilerini, iki kat alta değin uzanan ağacın dallarının arasına bırakıp yaylanırlar bazen. yüzlerinde ıslak yaprağın serinletici etkisi, bir de sabah esintisinden başka hiç bir şey olmaz bu anlarda. sabahlamanın zor olduğu zamanlara atıftır her can sıkıntıları, gözlerinde o gecelerin özlemi vardır. bir zamanlar erkek çocuk hallerinin bir türlü başaramadıkları, bir köşede sızdıkları ve ertesi günü birşeylerkaçırdımmıbenyine pişmanlığıyla geçirdikleri günlerden bahsediyorum. işte kırmızı kremitlere atlama ihtimalleri kadarlar şimdi, o günlerin hatırına.

odada yürüyebilir hale gelmelerine daha var gibi. şatafatlı kahramanları dumanla boğdukları gecelerden sadece biridir bu. 20 sene sonranın aynı balkonu, aynı gecesi. uykusuzluk, bir hayata nasıl ilhama mal olur, o kitabın arkasında neden ''uykusuzluğa'' yazar şimdi anlaşılır. kelimeler birbirine girer, bazı anlamlara gelmemeye başlar. tüm bu hengame yetmezmiş gibi yeni yeni balkonlar peydah olur gökyüzüne doğru uzanan. gökyüzü görünmez olur balkondan, sürekli tekrarlanan balkondan anlam kaybolur. sabah mı oldu gece mi hala farkına varılmaz. şehir ayaklarının altında bir tanedir yine de. bu, salonda eşyanın üstüne çıkıp odanın görünüşüne şaşırmak gibidir onlar için, dudakları titreye titreye ayaklarının boşalması gibi. bu onları bir süre idare eder, dillerindeki acılığı unutmuş gibiler en azından.

31 Mart 2012 Cumartesi

alkolsüz

hayatımda son 5 yıllık dilimde ilk 4'ten düşmeyen bir olgu haline geldiğinden artık bahsetmek gerek ibneden. alkol bütün kötülüklerin anasıdır diyene ''kötülüklerin anasını sikim sana bişi olmasın'' tadında cevaplar vermeye başladığımdan beri daha bir sıkı fıkıyız. fazla samimiyetten birbirine küfürsüz hitap etmeyen herifler gibi olduk. daha bi sıkı fıkıyızdan sonra küfür gelecekti ama son 3 cümlede 75 küfür ettiğimden artık dur dedim. tüm beyin amcıklamalarından ruhumu uçakta bırakıp yürüyüşlerime, beyin şalterimi indirdiğim ilişkilerime katlanabilmemi, esnasında orada olmamam gereken ama esnalara bolca maruz kaldığım dönemlerde camlara uzak kalabilmemi sağlayan yaşam destek ünitesi, bir nevi mesihin sıvı fazı. kafamı koltuk altıma alıp öyle dolaşamadığımı anlamama denk gelir kafamdaki iki rengin alkolle kutsanması. o son kuleyi de diktiğimde üzerinde ''don't panic'' yazan bir havluyla aralarından ayrılmayı hayal edişime denk gelir.

''yaşamın gözünün önünde belirdiğinde farkına var
ben akıllı bir adamım benim yolumu izle''

demişti, yolunu izledim.

beynimde çay kaşıklarının vurmasıyla alakası olduğunu zaten söylemedim. absürtlükten başka çıkar yol olmadığını anlamamla absürtlüklerin toplamının sıfıra varmasını görmem bir oldu aslında. gözlerimin daldığı sıvılarda, uzağında da olsam öpüp yeminler edebildiğim oval taşları buldum. hepsinin bu kadar oval kalabilmesini son yudumda kutladım. kelimelerin gelmediği bazı anlamları yukarı uçuşan kabarcıklarda, bardaktan ve çenemden süzülen sıvılarda gördüm. ilk kez faltaşı gibi açılmadı gözlerim, ilk kez sakince tanıklık ettim hepsine. faltaşı gibi açılmayan gözlerim kurguları sonlandırma hakkını da verdi bana, serbest vezni, garibi, yeniyi, daha yeniyi, ikinci yeniyi, bu daha yeniyi, daha gelmedi ama sipariş edersek geliri, hepsini aynı bardakta sindirdim. okumadığım kitaplara yaktığım kütüphanelere atmadığım kafalara duymadığım seslere ağıtlar yaktım. yakmadığım ağıtlara siktiri çektim, sırıttım.

''ve sen yanlış yere baktığını anladın'' dedi.

faltaşı gibi açılmayan gözlerimle kurgudan sonra kelimelerin de ortasına daldım, ''açılın'' dedim ''ben sarhoşum!'' bilgiçlik tasladım, ''biraz açılın şöyle hava alamıyor'' dedim. küfrettim, otorite kurdum.

''yıllarca beklemenin ardından sen de akıllı bir adamsın'' dedi bana.

faltaşı gibi açılmayan gözlerle oradaydım. gözlerim kırmızı da değil bu siyahlı kırmızıda dalgalanıyordu. harflerin ortasına dalıyor ve aynı numarayı yapıyordum bu sefer de. kimse farketmemişti, ben küfürlerime küfürler eklemiştim ve yüzümde daha matah bir sırıtış vardı.

yıllarca beklemenin ardından, dudaklarımın uyuştuğu, dinazorların dünyayı dolaştığı, kağıt evlerin dalgalandığı saatte gözlerimi açtım, eğri büğrü yürümeye başladım, ''yolumu izle'' dedim.

28 Mart 2012 Çarşamba

the man who wasn't there


  
uzun zaman sonra orada olmayan adam olmamaya karar verdim, en azından bundan sonrasında hobi olarak devam ederim dedim ve yola koyuldum.

stir it up çalıyordu, şaşırmadım. on milyon adamın sikinin peşine takıldığı havalara uzaktım, ışık hüzmelerinden kontrollü deliliğe ulaştım, mp3 çalarımı yanıma almıştım, istediğim görüntülere istediğim sesleri bulaştırdım. neyse ki mistik sesleri depolayabiliyordu insanlık, yetindim.

redemption song'a biraz daha var mıydı dersin? ''kendini görmediğin kadınların kılığına bürünmüş kumun kollarına mı bırakırsın bilmem, belki saçma laflar edersin, ama başın ağrımaz burada'' yazan bir tabela görür gibi oldum. gün batımına adanmış onca şarkı vardı, birileri bir yerlerde hala şiir yazıyor muydu sahi? sen sırıtmaya devam mı etseydin? fazla mı ciddi kaçtı yoksa? kağıt evlerin yıkılış ayini, ihtişamlı, kızıl, kabarık toprağın ruhuna... seninki gelmiş mi geri? ne zaman gelmiş? görmedin mi onu? uçak mı ne uçağı? gözüm bi yerden ısırıyor seni ama nereden? gözlerimi kapatıyorum hala tanıdık. sen karşımda öylece uzanıyorsun ve ben kahroluyorum, döndüğümde nasıl özleyeceğimi düşünerek kahroluyorum. iyi gelmiyorsun bana. ve senden sonra istanbul'da olmak, yapı marketlerin havasını solumak gibi, muslukların kalebodurların doldurduğu raflarda ilerlemek gibi gelecek insana.



kafa yordum kendimce, iki ihtimal vardı; ya tanrılar keyfine fazla düşkündü ya da esaslı bir bahse tutuşmuşlardı tam bu kısımda. kayalar ellerimi kesmeden biraz önce bunlarla doluydu aklım, ilk kesiği aldığımda ikinci seçenekte karar kıldım. yolda kendilerine hayran kaldığım zamanlar dışında konuşma fırsatı bulduğum hippilerin yanmış restoran dediği yer evrenin sonundaki restoran olmalıydı, belki de arthur dent'in ağıdını yaktığı şerit burasıydı. backpackerler evrenin saklı köşesindeki bir üsten buraya fırlatılıyor ve ateşin etrafında dans edip pagan dilinden sesler çıkarıyorlardı. onlara katıldım, belki beni de roketlerine alırlar, hiç olmadı backpacklerine atarlardı.

durdum. bu şarkı yarıda mı bitiyor, yoksa bana mı öyle geliyor?


                

 bilemedim.

ama, oval taşlarını öpen adamlar gördüm, yemin ederim. ''seni öldü sandım ruhum'' diye bağırıyor, kayalardan sıçrıyor, turkuaz denizde üç kez sekiyor ve maviliğe karışıyorlardı.





21 Mart 2012 Çarşamba

solid and void



 




  

 
cube of void

 


 


 
                                                                     rachel whiteread
                                                                                                                                     


kaynaklar:
http://laurendugger.files.wordpress.com/2009/04/cube-1.jpg
http://www.godoylab.com/images_2007/3D_picture3.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiKLGKALbfpxYumYHBVj0QcgEYMED-_W0I71DB378cyx4F9dmKEaWNK8HRCYB4JCofGwn3jGv55X59HwbVqxB-Rgo4KFgkxJoD5l9btPWE0v9ZjmP048sMcu7QOVjWdsJDoPkLZlgnujfA/s1600-h/composite31.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-iJauqaZiS-wR6Dhn50Re63d7DxpV9lVkwOEt5v1XTS84v1gd4SNeX7WnYGFSsx1JaCJC4CspgiNoRHRfQhg2evjnKYoveuKcm2QAz6jfjhUTqoX0aOh-655KCSfIOkDYRcmxC7imGtI/s1600-h/composite32.jpg
 https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqXAnbQhVoHNVPtpUADiKuW_MDNJsL3d-XY3zwIp7s1M_3yS6gJqm6qHT9yHlpQ8qkrht_eodVuOzU4Nvq-qd5eOJMT2usRYAA6b7OBPXE613ln9TrD1VubhzpjCO6878xeOvdx0qfpXQ/s1600/rachel-whiteread-09.jpg
http://www.damonart.com/linkimages/l_whiteread_house_1992.jpg
http://hammer.ucla.edu/image/4029/600/450.JPG
http://media.photobucket.com/image/rachel%20whiteread/rebecca-sloan/Misc/DSC00383.jpg


17 Mart 2012 Cumartesi

''creation is a patient search''


bölüme başlamadan önce akademik odaklı tekinsizlikle bu denli içli dışlı olduğunu bilmiyordum. ''o ne?'' dersen tanım, tanım devamı örnek veya bakınızdan oluşan üçlemeyle karşılık veremem, nereden geldiği belli olmayan yaşam enerjisi misali birden uzaklaşırım yanından. buna rağmen bu tekinsizliğin pek çoğumuzun motivasyon kaynağı olduğunu düşünüyorum. aksi halde bu kadar insan sabahın köründe pattex koklamak için ikarus'lara doluşmaz, 50'ye 70 çantalarla gökyüzünde rüzgar sörfüne yeltenmez, meydanlarda bazukalarla dehşet saçmaz ya da arkadan öne paso uzatmak için 35 yeni türle diyaloğa girmezdi. sırf haftanın ortası olduğundan çarşamba akşamları biyerlerekaçalımakşamı olmaz, cumartesi akşamları eğlenmeye çalışan bir güruh peydahlanmazdı. en azından bunlar olmazdı. en azından bunlara anlam veremiyorum. her sabah bir elinde kahve omzunda havluyla mecidiyeköy semalarında kendini doğal seçilime adayan arthur'lardan bahsetmiyorum bile.

insanların hala şiir yazmaları ne kadar anlamsızsa mimarlık da o derece anlamsız. (oha) 6 seneye yayılması gereken disiplini 4 seneye indirirsen ben o okulu 8 senede bitirir, tasarlayamadığın boşlukları bir bir doldururum. ennis house'un duvarlarına dokunup sapıkça zevk almak varken kitsch'in allah olduğu diyarda kalkıp ''creation is a patient search'' dersen fularından başkasıyla ilgilenemem bebeğim. mimari ödüllü ekipleri, projeleri gördükçe sonu belli filmin oyuncusu gibi hevesim kaçıyor, gidip senaristi tekmelemek istiyorum. daha deneyimli olana hayranlığım, o insanın sadece ama sadece meslekte benden daha çok zaman geçirdiğini düşündüğümde eriyor, serbest olarak dolaşmaya başlıyor, insanların arasına karışıyor, kimseye değmeden taş kesiliyor. goethe'nin tabirini tahrip edip ''taş kesilmiş heves'' i dikiyorum karşısına. ve sen hala sunum yapıyorsun. hala beylik laflarını sıralıyorsun. sen sunumunu yaparken ben ''yaptın da n'oldu?'' diyorum, aslında hiçbir şeyi dönüştürememiş olsan da alkış beklentin karşılığını buluyor ve buna ben de katılıyorum.

15 Mart 2012 Perşembe

out of requirements


akademik odaklı tekinsizliğe maruz kalmış birinden söz ediyorum. bloguna isim bulamadığı için aylarca blog açamayan biri bu. buna şaşırmıyorsan diğerleri de seni şaşırtmayacaktır. örneğin yemek yemek için girdiği mekanda menüde çöpşiş gördüğünde bir iki dakika dumura uğramış olarak bakabilir, dumur nöbetini doldurduğunda yemek yemeyi atlayıp hesap ödemeye yönelenleri görülmüştür. siz yemeğinizi yiyip bir daha buraya gelip gemeyeceğinizi düşünürken o; çöpşiş piyasasını, yükselen ve alçalan endeksleri, çöpşişlerin çap, uzunluk oranları, sıkılıkları ve yapıldıkları ağaç türlerine dair bilgisiyle size brifing verebilecek kapasitededir, ama vermez, zamanı yoktur.

mimarlık öncesi hayatından kesitler ara ara aklına gelse de hayatını kronolojiye vurmak istese doğmuş, birtakım şeyler istemiş, birtakım şeyler okumuş, izlemiş ve mimarlığa gelmiş olduğunu anlatır, önceki hayatı sadece bekleme odasıdır. şimdi o odadan kesitler alır, başka bir uzay zamanda var olamayacağını bilse de bir umut tek kaçışlı perspektife sığınır.

önceki hayatı bir cumartesi akşam üzeridir. oysa mimarlık sonrası hayatı bir pazar öğleden sonrasına daha çok benzer.

kitscherland'de yaşar, doğduğu yaşadığı ortamda uyumsuz olanı aramasına gerek kalmaz. uyumsuzluk altın yaldızlı söveyle çerçevelenip gökyüzüne vinçlerle asılmıştır.

ilk sene dolmadan bir seneye ziplediği kritikler, kavramlar kafasının duvarlarına çarpıp durur. böyle ağrılarla uyandığında bir kahvaltı birkaç gününü kurtarabilir.

günler geceler uğraştığı makete ''bu senin için eskiz maketi olsun'' cevabı aldığında, yeniden ve yeniden başlar. maket yapayım derken kendi elleriyle canavar yaratmak monoton bir ritimle hayatında yerleşmiştir artık. ufuk açayım derken çığır açmak da artık şaşılacak bir şey olmaktan çıkmıştır. gerekliliklerden beşbin ışık yılı uzaklaşıp out of requirements'ı geçip epic fail'e yol alan projesine geçerli gerekçeler bulmasına şaşırmamak gerekir. altı kez yaptığı, sarılarak uyuduğu maket kaybolduğunda kayıp maketin izinde bir elinde kahve, omzunda havluyla mecidiyeköy semalarında otostop çekebilir. akşam trafiğinde mecidiyeköy'den beşiktaş'a 50 ye 70 çantasıyla rüzgar sörfü yaparak ulaşır, bunun ekonomik olduğuna karar vermesi yapması için yeterlidir.

bölüme bakışı bir an bile yerinde durmaz. gecenin bir vakti bölümü bırakıp sabaha karşı yüksek de yapar, öğleye doğru mezun olup başka meslekte çalışır, akşam üzeri devlete sırtını dayayıp kadrolu mimar olur. ertesi gün sinema televizyon okumaya karar vermiş olarak uyanabilir.

eğer ona müstehaksa tüm bunlardan yeterince haz alır.