21 Temmuz 2012 Cumartesi

i will

bir iş yapacaksam, kendimi hazırlamam gerekiyor. beklemeyi çok sevdiğimden en çok ona maruz bırakıyorum kendimi. olacağını bildiğim her hadisede zihnimin tüm hücrelerinde bir akşam ziyafeti hazırlanıyor. kasa kasa biralar alınıp, kasa kasa etler geliyor. her biri birer son yemek.

her zaman böyle olmaz. buna bir zafer dersek, öyle olmayanlardan da hakkıyla bahsetmek gerekir:

her biri birer son yemekmiş, kahvaltı yapmayı unutuyormuş, on gündür evden çıkmıyormuş çünkü o öyle bir çocukmuş. notlarında şunlar varmış:

''korkumu kollamam gerekiyor, ben balıkçınız mıyım, ben balıkçınız mıyım? ''

''yatağa ellerini koyunca böyle olur deselerdi, anlatsalardı tüm bunları  ''

i will:

anahtarı deliğine soktum, ellerimin titremesi biraz gecikme şansı verdi bana, ilk denememde olmadı, hatırladım, biraz akılcı görünmese de kendime doğru çektim ve tekrar çevirdim. kapı kendini bıraktı. günün sonu.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

a serious man

sıkılmak konusunda ya da insanlara katlanma konusundaki azmime hayranım, ferah durduğum zaman hata veriyorum, zamandan bağımsız bir boşlukta bir şey yapmamayı bir şey yapmamaya bağlayarak pazartesiye atıyorum kendimi. okul başlayalı 1 ayın üzerinde zaman geçti, bir hayli farklılık var semptonlarım aktif hale geldi bazıları körelmek üzere beklemede, üzerinde hakimiyet kuramadığım tek şey sıkılmak. bir evrede benden uzaklaştığını kurgulayamıyorum bile. bir insanın hayatımda olmasının sebebi hayatımda olması, hayatımdan çıkmamasınınn tek sebebi hayatımdan çıkmıyor olması, benim dışımda gelişen bir süreç yani.

demişim.




şimdi gecenin bir köründe aklıma  "insanoğlu insanoğlunun cehennemidir. bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz." geldi. amını siktiğimin evlatları eksik olmuyor, bir günümde olmasa diğerinde mutlaka bulunuyorlar. bir evreyi bile atlamıyorlar hayatımda. ''çok bişey kaçırdım mı'' diyip oturuyorlar kanepeye. ''yeni başladı'' diyorum. çok ciddiler, çok büyük fikirleri var, sikko genellemeleri, sikko espri anlayışları var. sike sürülmeyecek psikolojik sıkıntılarını, derin buhranlarını isimlerini koya koya yaşıyorlar. hepsini adım adım tanıyıp ahmaklıklarına kılıf buluyorlar. bir insanın kendisiyle dalga geçebilmesinden daha güzel bir şey varsa o da kendi ahmaklığını dışarıya taşırmamasıdır. bu cümleyi daha teorik bir hale getirirsem altı çizilip bir içki masasında alıntılanabilir, bu şeref bana yetebilir.

a serious man'i kronolojik olarak yaşasaydım bu kadar üzerinde durmazdım. ben geri sarıyorum, anlamadığım yerleri tekrar tekrar yaşıyorum. çok hoşuma gitmişse sahne, bir daha tanık olmaktan alıkoymuyorum kendimi. hep aynı walkmani kaptırıyorum, aynı esprilere gülüp aynı küfürleri ediyorum. ''karakterin havada kalmış, okuyucu duygusal çalkantının sebebini tam olarak algılayamıyor,  evet gayet başarılı ama daha iyi hissettirmelisin. bir de biraz daha fazla imge kullanmalısın. göndermelerini anlamadım sanma haylaz seni.''ciliğe ''yine geldi pezevengin evladı'' refleksimle cevap veriyorum.  Tanpınar olsa, gerekirse insan vücudunun cıvıklığınından bahseder, yine efendiliğinden ödün vermezdi.


2 Temmuz 2012 Pazartesi

bıçakları çıkar

hayata karışmak konusunda daha çok düşündüğüm, aksine daha çok suyu bulandırdığım bir evredeyim. yetişmek mi lazım diyip duruyorum. dağılıyorum, çözülüyorum, suya nüfuz ediyorum farkında değilim. 3 4 sene önceden hayali bir imaj aklımda dönüp duruyor ve günlük hayatımı altüst ediyor. tutulup kalmaların, şalter indirmelerimin, kafamı koltuk altına almalarımın, scatterbrain'in sponsoru oluyor. apartman boşluğundan telefonda konuşan birinin sesinin gelmesi, odada televizyonun açık kalması, anlık konuşmalar buradasın diyor, hala. burada durmuyorum daha fazla. istemsizcesine hızlı adımlarım yüzünden kapıdan sokağın sonuna gelmişim. engelleyebildiğim bir hız değil. içimde bir sıkıntı yürüyor, yalpalıyor, duruyor, karşından karşıya geçiyor. hayali bi imaj dediğimde senin kafanda uyanan şeyi kesiyorum sol arka çaprazdan, önüne geçmemek için adımlarımı yavaşlatıyorum. ne kadar yavaşlatsam da engelleyemediğim hız beni koridora bırakmış. metroya yürüyorum. çizgilere basmadan yürüyen insanlar bir romantik şarkıcı zevzekliği tamam ama yine de gözleri yerde o küçük kızı görüyorum, yavaşlıyorum, senin kafanda uyanan şey turnikelere varmış çoktan, buradan bakınca gittikçe küçülüyor. ben hala kızdayım bu ''ters L'' tüm gerçeklik algımla oynuyor, beylik laflarımı elime vermeden önce ağzımdan ''yanlış olabilirim'' çıkıyor. merdivene düşüyorum. solda yürüyen, takılan, geciktiren, geciken ve söylenenler oluyor. yürüyen merdiven neyse ki amaç değil, araç. kayan bant yukarı dönmek üzere metal plakaya girerken kendimi granite atıyorum. sağa döndüğümde HBİDSKUŞ( Hayali Bir İmaj Dediğimde Senin Kafanda Uyanan Şey yani.) 'u kafasını raylara eğmiş boşluğa bakarken görüyorum. boş yere soluk soluğa kaldığını düşünüp acımasızca mutlu hissediyorum. gözgöze gelmemeye çalışıp diğer yönde kalabalığa karışıp, bulandırıyorum. içeri girdiğmde florasana mı serinliğe mi sevindiğimden emin değilim. karşımda aralarında bir boş koltuk bırakmış sohbet eder halde iki insan görüyorum, benimle aralarına da bir koridor bırakmışlar. ''hayır aranıza biri oturabilir, hiç mi korkmuyorsunuz?'' neyse. knives out için geç bile. en kısa yoldan ulaşıp bıçakları çıkarıyorum. yanımda oturan çocuk bana hissettirmeden ne dinlediğime bakıyor. duyduğum sesi saklamıyorum, kafamı ulaşabileceği biyere koyuyorum. onlarla ne yapacağını bilemese de bıçakları çıkarıyor. HBİDSKUŞ'un üzerine mi salsam yoksa tındgırdayarak bir ileri bir geri giden kararsızlığımıma mı yansam bilemiyorum.                                                                                                                                                            

21 Haziran 2012 Perşembe

diyalog

iki sene öncesinden yazdığım bir yazıya rastladım. şimdi olsa böyle mi yazarım yoksa çayımı karıştırmaya devam mı ederim emin değilim:

''o kitapların hepsini götünle mi okudun?'' bunu diyesim geliyor inan. ya da film oluyor bazen, değişmiyor.

- donnie darko'yu izledim geçen, harikaydı.
+ neyi sevdin en çok?
- ilk izleyişimde anlamadım, ikincide düştü jeton
+ ee tamam işte ne hissettirdi sana?
- .....

konuyu fularının rengine, sonra da onun çok hoş olduğuna getirmesem, burası da yengeç, baya ünlüdür demesem ya da ''yeni albüm de fena'' çıkışı yapmasam south park sessizliği sonsuza kadar sürebilir. kimse de sona erdiremez. ama sana yemin edebilirim, en olmadısından statusunda bir repliği vardır şu an. sadece tüketmeye odaklı, zihinlerin patlamasından, iç sıkıntılarından, ömre törpü pazar günlerinden bir sik anlamadığın gibi, bunları paketler halinde alıyordun değil mi? bugün yetecek kadar, 3 kere, tok karna.

''kaybedenler kulübü'ne ilk gün gittim, tekrar tekrar izliyorum hala aynı zevki alıyorum.''

zevk? şu east hastings'in 6.47 sindeki şeyden mi bahsediyorsun?

''bak orda şey diyo, zincirlerimden başka kaybedecek bişeyim yok. harika söz di mi?, kadınlar seni sen yapan özelliklerine aşık olurlar, sonra da o özelliklerinden vazgeçmeni isterler.''

bunu söyledikten sonra yüzüne yaşamın sırrını vermiş ve uzaklara dalarak anın tadını çıkaran bilge yavşaklığında bir sırıtış oturuyor, aynı sırıtış bana da yerleşiyor ve sessizliğin tadını çıkarıyorum tam o an. ağzından daha anlamlı olduğuna inandığı bir söz çıkana kadar güvendeyim. zaman biraz daha yayılıyor ve uzanıyor yukarı doğru. apokaliptik dönem sona eriyor yerini boşalmış ideolojilere, yozlaşmış inançlara, kimlik bunalımlarına, soğuk savaşlara, verilen notalara, nükleer sızıntılara, havada parçalanan uçaklara, devrilen kağıt evlere bırakıyor bu süre içinde, ama ne var ki siktiğimin dünyasında inatla uçan kaykay icat edilemiyor tüm bunlar olurken. o repliklerine replik ekliyor benim dudaklarımda ilkokullar patlarken. ''sahip oldukların sonunda sana sahip oluyorlar'' deyiveriyor geleceğin yuppie adayı. çakma aşk hikayelerinden kesitler sunuyor sonra, steril savaşları başlatıyor, bitiriyor. ben peçete üstüne methiyeler düzmeyi özlüyorum. ''şimdi bi adam var..'' diye başlıyor hikayesine. kulaklarım patlıyor, kanlar fışkırıyor şakaklarımdan, düşüyorum, kafein ırmakları boyunca yüzüyorum, günler geceler boyu, peşimi bırakmıyor. sesi, suyun üstüne baloncuk olup ulaştırıyor hikayesinin en vurucu yerlerini. arpeggi şaşkın. tüm bu olan bitene anlam veremiyor, yanlış olabileceğine dair yeminler ediyor.

fularlı marla singer, ''eskiden çok tatlı ve iyi bir kızdı, ama o kız bir canavar, iğrenç bir canavar.'' diye sonlandırıyor otobiyografisini, bağlanmaktan, bağlanamamaktan falan bahsediyor.

19 Haziran 2012 Salı

vantilatörün gölgesinde





sıcaktan bunalan hayvanların imdadına yetişen itfaiye ekibi gibi her yaz aynı gün ve aynı saatte karşıma dikiliyor ibne. ben mi ona üflüyorum o mu bana belli değil, hala neyin inadını yapıyo, bu neyin kavgası bilmiyorum. metrobüs klimasıyla birlikte şu hayatta kin güttüğüm ikinci makina haline geldi. aynı atadan gelip yüzyıllar sonra aynı yaşama hevesini sikmeleri ilham verici. bir diğeri yürüyebilen çamaşır makinasıydı, şu kadarını söyleyeyim prensipte iyiyiz şu an. o başka bir yazının konusuydu zaten.

makinelerin dünyayı yönetmesi ideasına inanasım varsa da inanamıyorum iğrenç yaratık yüzünden, ayaklarına baktığım an fantastik edebiyata inancımı yitiriyorum. sonra kırdığım soydaşları geliyor aklıma, plastik kolay da doğaya karışmıyor. 32. yüzyılda bulsalar falan ara form diye sergilerler ya da ''bu ne lan'' diyip geri gömerler yemin ediyorum. uygarlığa dair kalıntı bile değil. bulanın başına bela.

biz toprağa karışacağız bu ibne baki kalacak. adalete bak.



gregor


- sevdiğimiz bi abimizdi. kimseye zararı yoktu kendi halinde yaşayıp giderdi.

- ...

- vallahi biz de anlamadık. en son bana geldi bi sigara aldı, naber gregor dedim, sırtımda bi sertleşme var böyle hafif eğilince ağrı yapıyo bıçak gibi sızlatıyo namussuz dedi ve gitti, sonra ne gördüm ne de duydum.



21 Nisan 2012 Cumartesi

east hastings



kauçuk tabanlı ayakkabılardan kurtulduktan hemen sonrası, koşmayı bırakmış, artık yürüyorsundur nefes alış verişin normale döner yavaştan ama hala terlisindir. sesleri kısılır biraz daha, bir sokak daha dönersin birkaç ev daha görürsün. bir taşa daha takılırsın bir kere daha söversin, bir yolun ucuna girersin bir ağıt boyu yol daha alırsın belki. ya da almazsın dönüp dönüp bakına bakına geçtiğin yerleri hatırlamazsın. bir anda ağzından çıkanlar bir anda boğazında tıkılır kalır. dişlerini sıktığın başını kaldırdığın ana biraz daha var, acele etme, şimdi bekle. gözlerini acıtan güneşi binanın arkasına yuvarla, ayakkabını bağla. ucunda denizi gördüğün bir sokak arıyorsun değil mi? senin evin onlardan birinde öyle mi? bunun için dönüyorsun her köşeyi. ama kahretsin, bunların hepsi aynı, bunların hepsi 3 katlı. tahta kapıları, önlerinde boyası dökülmüş sandalyeleri var. hepsi birbirine imrenir gibi bakan pencereleri. ahşap kokusunun doldurduğu her bir sokak, ahşap kokusunun doldurduğu başka bir sokağa çıkıyor, bir de susmaya yeminli antika dükkanları serpilmiş aralara. delirmiş eşyalar yığını. seninkiler de kafayı yemek üzeredir şimdi, ah bi hatırlayabilsen evini. bu muydu? hayır, bu fazla pembe, hem boyası da çok parlak, ama sandalye? evet ama onun da aklı yerinde. biraz hızlan istersen he, ne dersin? eğer görürsen sokağın sonunda o maviliği, pastel tondaki defterlerini okşarsın rüzgarın yüzünü okşadığı gibi. şakaklarına masaj yaparsın belki, belki de, belki de bulamazsın. birbirinin içine kısılmış sokaklardan birinde alalade bir evde yaşlanmak, hem de bu akdeniz ülkesinde. tamamlayamadığın bitmek bilmeyen bir ömür. hadi ama ahbap, itiraf et korktun değil mi? okumayı yarım bıraktığın bir öykünün devamını yaşıyorsun belki de. hem ne demişti hatırlasana:

''her şey üst üste olsun, sonunda ölüm gelse bile''*

- tutku muydu senin şu geçen sorduğun şey, sordum ben onu da kalmamış hiç ellerinde, gelirse haber veririm sana, şey, hala istiyorsun değil mi?

- yani, evet. o zaman ben uğrarım yine.

hızlı adımlarla çık şimdi dükkandan, bir daha görmeyeceksin nasılsa. kapıyı biraz sert vurdun ama şimdi düşünme bunu. o zaten delirmiş.

* oğuz atay

12 Nisan 2012 Perşembe

ikarus günlükleri: 500T


''bir gece daha kal''dan örülü ısrar duvarını aşıp küçükyalı'dan anayola yürürken başıma geleceklerden habersiz ıslık çalıyordum. üstüne üstlük durağa gelmemin henüz ilk beş dakikası dolmadan üzerinde cevizlibağ yazan bir otobüsün bana yaklaşması bir gece daha kalmayarak ne kadar isabetli bir iş yaptığımı hatırlatmış, yüzüme mağrur bir gülümseme yerleştirmişti. görevli nezdinde tüm istanbul halkına öğrenci olduğumu paso göstererek kanıtladıktan sonra otobüste en arka cam kenarında boş bir koltuk gördüm. ıslığıma kaldığım yerden devam ederek koltuğa doğru ilerledim. otobüse ve dışarıya hakim bir koltuktu, kulaklıklarımı taktım ve izlemeye başladım.

otobüs ferahtı fakat insanların yüzünde her zamankinden farklı bir isteksizlik, başka bir huzursuzluk vardı. samanyolu galaksisinin en gereksiz yapısı olan optimum'un yarattığı trafikte bile böylesine huzursuz olamayan ben, duruma anlam veremedim. her ne kadar kardeşler nakliyat, bursa birlik, özgaziantep inşaat turizm taşımacılık gıda san.tic.ltd.şti yazılarını gördüğümde durumdan biraz işkillensem de, ucunun fsm'ye çıktığını bildiğim, gideceğim doğrultuyu uzayda dik olarak kesen yolda, tırlar kamyonlar römorklarla aynı trafiğe son 1 saattir takıldığımın farkına varışım mp3 playerımın ekranında low battery yazısının yanıp sönmesine denk gelir.

kahroldum sevgili okur, yenildik.




sonrası mı? sonrası aborjinlerin: ''eve gitmeye çalışırken okmeydanı'na gitmek'' dedikleri.

okmeydanı'nın kaotik mimariyi yaşatan yapılarını herkes bilir, bilir de apartman der geçer. ''biz ok'tayız ok bizde'' pırıltısında reklamların olduğu, yön duygusunu hiç ederek aynı reklamı 11 kez görmenizi amaçlayan plancılık harikası o semtten bahsediyorum. o gece, durak ararken günün ışımasından korkan gencin gözyaşlarıyla yıkandı işte o semtin sokakları. oysa farkına varabilse bir gün öncesinde olanlar adeta bir ikaz gibiydi. daha bir gün öncesinde, arkadaşım duraktan biraz açığa yaklaşan otobüse önümden fırlayarak yaklaşmış, ben gitmeye çalıştığımda durakla otobüs arasına giren minibüsün arkasından dolaşmaya karar vermiştim. otobüsü, daha doğrusu otobüsün kapısına sıkışmış arkadaşımın çantasını 20 km hızla giderken gördüğümde yolun ortasında koala gibi kalakalmıştım. önümden ve arkamdan minibüsler geçiyordu. şimdi okmeydanı'nda olmamı sorgulamam saçmaydı işte. her neyse. o gece sabahın ilk ışıklarıyla eve girdim. o gece, hayatımda ilk kez 500t ye binmiştim. işin garibi bunu olay esnasında değil ertesi gün uyandığımda fark ettim. bunun bilinçli bir tercih olmasını isterdim. yani ne bileyim bir gün olacaksa ben istediğim için olmalıydı.

olmadı.

6 Nisan 2012 Cuma

giraffes on the street

istanbul'da kiralık ev arayan öğrenci olmak

belli nitelikleri bir arada barındırmayı gerektiyor. öncelikle çelik gibi sinir tellerine sahip olmanız ve tesadüfen oluşmuş bir şehirde olduğunuzu aklınızdan çıkarmamanız gerekiyor. iş dünyasının kapak attığı semtlerlen biri. tanıtımlarında mahalleyle iç içe olması ve yerlilerin yaşamına ayak uydurmasıyla öne çıkarılan merkezler yükseliyor. metro gelmiş ve haliyle mahalle de öğrencilerin ilgisini çekmeye başlamış. camlara bakına bakına evrim umudu taşıyan zürafa ataları gibi geziniyoruz. bir yokuş aşağı bir yokuş yukarı derken arada tek tük ilana rastlayıp içimize sinse de sinmese de fikir almak için hepsini arıyoruz. binaya btbyle ''mülk allahındır'' yazdırarak özel mülkiyete başkaldıran ev sahibi ''bekara ev yok'' deyip kapatıyor ve gül kokulu hayatına devam ediyor, ahlak elden gitmiyor. her sokağın başıyla sonu arasında ruh halimiz şekilden şekle giriyor, emlakçı yolu görünüyor.

şu ana kadar emlakçılığa dair aklımızda iyi şeyler kalmamış ama önemsemiyoruz. mahallenin jeopolitik konumu sebebiyle, girdiğimiz ilk dükkanda ağzımızdan çıkan ''merhaba'' zamanla değişe değişe ''selamınaleyküm'' oluyor. yapılmamış evi kakalamaya çalışanından, bilgisayar teknolojisinden bihaberine çeşit çeşit emlakçı geziyoruz. ''sen bana güvenmiyor musun?'' kanalından girenine kadar. hayır sana niye güveneyim yarrak demiyorum. ''o ev hiç kötü olur mu ben orayı 10 kişiye kiraladım.'' diyen var sfjklh. buraların çok değerlendiğinden falan bahseden abimizden ''biliyon işte yiğenim şike mike karışık piyasalar bu ara'' lafını duyduktan sonra karışmış akılla tekrar yardırmaya başlıyoruz.

ama olacak gibi değil. yiğenim? şike? 10 kişi? kafamızda yankılanırken ilan gördüğümüz bir kilim desenli apartmanın önünde duruyoruz. bu kez sanırım ''mülk allahındır'' arapça yazılmış. ''içeride çok masraf var, daha latin harflerine geçilecek'' diye söylenip metroya doğru yürüyoruz. ev sahibi, daha önemlisi bireysel ahlak sahibi olamayışımızla, arapça bilmeyişimizle ve teknoloji bağımlısı birer iblis oluşumuzla kahroluyoruz.


ev bulmak yolunda, ms.2011 / İstanbul